Bir haberle ilk karşılaştığımızda olaylarla yüz yüze geliriz. Anlık yaşananlar haber olmuştur. Ancak bu haberin öncesinde neler olduğunu, hangi konuşmaların yapıldığını ve hangi şartların kişileri olay yerinde bir araya getirdiğini genellikle bilemeyiz. Haberden sonrası hakkında da, bazı olaylar hariç, bilgi verilmez. O olaydan önce ne yaşandı? Yakalanan katilin akıbeti ne oldu, yakınını kaybeden kişi şimdi ne durumda, haksızlığa uğrayan kişi adaleti bulabildi mi?
Savaş yine yanı başımızda. Her haberin öncesi ve sonrası vardır muhakkak. Aylan Kurdi’ yi unutmamak için bir haberin öncesini edebi bir dille anlatmayı denedim.
Not: “Nova Roja” öykü kitabındaki anlatım dili, zaman kullanımı açısından burada kullanılan dilden farklıdır.
Sadece Yaşa
Midemin bulantısı iki katına çıkıyor ve her zamanki gibi buna boğazımdan yukarı doğru sert, şiddetli bir dalgalanma eşlik ediyor. Hep birlikte sallanıyor ve bazen çarpışarak güvensiz, ürkek gözlerle birbirimize bakıyoruz. İtici güce direnerek, oturduğumuz yere geri dönmeye çalışıyoruz. Bir yerlerim başka birine dokunduğu için utanıyorum. Bakır ile kaplı bu yabancı yerden kurtulup saklanacak bir kabuğum olsaydı şimdi. İnsan kokularının birbirine karıştığı bu garip mekânda, zamanın yavaşlığından kurtulabilseydim keşke. Yusuf, güçlü sarsıntıyla yalpalayarak yuvarlandığı yerden doğrulup kocaman açtığı kanlanmış, iri, koyu kahverengi gözleriyle bana bakıyor.
“Anne ne oldu?”
“Dalgalar… Dalgalar oğlum… Sen uyu, uykuyla geçir bu vakitleri. Uyu, daha fazlasını görme ve bilme.”
Onun gözleri, altı yaşındaki bir çocuğun gözleri gibi değil. Doğduğundan beri, hiç çocuk gibi bakmıyor bana. O bakışların ardında derin, yüce bir ruh olduğunu hep hissettim.
“Merak iyi bir şey değil mi anne, yoksa nasıl öğrenirdik?” diye yaşından büyük sorular sorması artık şaşırtmıyor beni.
Nerede gözlerini açacağı veya doğup doğamayacağı belli olmayan karnımdaki bebeğim ani ve güçlü bir tekme atıyor. Aç olduğu için ya da korkumun tüm sinirlerimi geçip onun damarlarına dolmasından dolayı refleksle bana, “Korkma!” diyor sanki. Varlığını hissettirebileceği tek tepkisiyle, “Sen korkarsan, ben de korkarım ve bu hissi sevmiyorum anne,” diyor.
İnsanların konuşmalar üzerine çok fazla anlam yüklemelerini anlamamışımdır. Sesli sözcükler duyguları gizleme derdindedir, onların bu konuda hep belirgin bir endişesi vardır. Bedenim ve doğal tepkilerim gizleyemiyor kuytulardaki tutsak korkularımı. Korku duygum olgunlaşmadan, onu yine çıktığı yere göndermeliyim, şimdi yarıda bıraktığım umuduma dönmeliyim. Buradaki yaşadıklarım niçin?
Kaçmak için bir fırsat mı, yoksa ölmek için bir neden mi? Kendime acıdığım yok, karnımdaki bebek olmasa! Bebek… Cismi var, görünür değil ve daha bir ismi bile yok. Hafif bir sallantıdan sonra, teknenin alt katında saklanıp sıkışmış onca kişiden bir homurtu daha yükseldi. Ardından kıpırdandılar.
“Şükür olsun ki en azından bir önceki gibi uzun ve güçlü bir sarsıntı değildi,” diye fısıldadılar.
Yanımızdaki yiyecekler bitmek üzere, iki gün anca dayanabilir. Görevliler bir günlük yolumuz kaldığını söyledi. Kalan yiyeceklerle idare edebilirim, bir gün aç kalsak ölmeyiz herhâlde.
Geride bıraktığım acı umutsuzluğumu, katliam ve harabeler içinde kalmış ülkemi, eşimin yanmış bedenini düşündüğümde, umuduma sırtımı dönmüştüm. Düşlerimin kırılan parçalarının bir daha toparlanamayacağını düşündüğüm o vakitte değilim artık. Açlık bekliyor beni ama şimdi umudun yanında su olsa yeter diyorum içimden. Anne… Annem. Hazırladığın azıkları bana verirken, “Sadece yaşa!” demiştin. Sözcüklerin titrekti, boğazından ağlamaklı bir hırıltıyla çıkmıştı. Tehlikeli vahşet ve sınırsız ihtiraslar içinde yaşamanın kolay olmadığını benden daha iyi bildiğin için acıyarak baktın bana. Önce Yusuf’a, sonra karnıma, sonra da umutsuz yüzüme çevirdin gözlerini. Özgürce yaşayabileceğime inanmayarak baktın bana. Biliyordun ki bu kentte, bu yıkılmış ve altüst olmuş coğrafyada özgürce yaşanmaz. Başarıp başaramayacağımı öngöremediğin için bakışlarında derin bir şüphe vardı. Benden şüphelenmen, güvenimden bir parça daha eksiltti. “Tamam,” dedim sana. Sonradan olacaklar “yaşamak” sözcüğüyle ilişkili olacaksa, “Yaşayacağım!” dedim içimden. Kendim için değil, bu iki masum için, onlar incinmesin diye yaşayacağım. Savaşa ve gelecekle ilgili kaygılarıma rağmen içimdeki barışa ve umuda tutunarak hayatımı sürdüreceğim. Dünyaya geliş nedenim ne de olsa yaşamak, öyle değil mi? Annemin karnında başlayan yaşam yolculuğumun donuk, tuhaf, karanlık, aydınlanma hayalini beslediğim ülkemde veya henüz göremediğim bir kentte, ilahi gücün emriyle sonlanmasını beklemekten başka çarem yok. Ruhumu bilinmeyene teslim etmekten başka çıkışım yok.
Tekneyi dolaşırken denizin yoğun nemi sıcak ve ağır bir baskı yaratıyor üzerimde. Nefes almakta güçlük çekiyorum ve terleyen vücuduma elbisem yapışıyor. Şakaklarıma doğru akan teri elimle siliyorum. Mesanemde sıkışma var. Şimdi onlarca insanın girdiği tuvalete gitmek zorundayım. Dayanamayacağım bir koku ve görüntü beni karşılayacak, biliyorum. Yana yatıp, eğilerek ve bir elimle karnımı tutup, yerden destek alarak doğrulmaya çalışıyorum. O an, hep beraber bir felakete mi sürükleniyoruz yoksa aydınlığa mı yelken açıyoruz diye düşünüyorum. Hemen kovuyorum o düşünceleri zihnimden. Ayağa kalkıyorum, tuvalete gitmek için yatan ve oturan insanlara basmamaya gayret ederek loş ortamda yönümü bulmaya çalışıyorum. Buradan geçmek de zor. Kapıdan çıkarken bir fare ayağımın önünden geçiyor, ani bir şaşkınlıkla irkiliyorum ve geriye atıyorum kendimi. Varlığımı idrak ettiğim kentin imgesiyle yaşadığım anılar yine beliriyor zihnimde. Bölgedeki halı fabrikası yanınca eski kentin sokaklarını neredeyse kedi büyüklüğündeki fareler istila etmişti. Uzun süre hafızamda canlı tutamayacakmışım gibi, bir kez daha, sakinlikle inkâr etmeden kucakladım doğduğum kentin ışıksız, kirli, dar sokaklarında bıraktığım anıları. Öylece kaldılar, tozlu sandıktaki fotoğraflar gibi. Issız denizin ortasında bile rahat yok farelerden! Kemirgenlerden kurtulamıyoruz, onlar hep açlar ve her yerdeler, benim kentimi yerle bir edenler gibi. Gökyüzünde gri bulutlar, güneşten geriye kalan son ışıkları tamamen gölgelemek üzere. Fırtınanın habercisi rüzgâr, hızını dur durak bilmeden artırmaya devam ediyor. Güvertede rastladığım gemi çalışanına, gideceğimiz yere daha ne kadar kaldığını soruyorum. Bir kentten başka bir kente… Bir harabeden umut vadeden gururlu bir kente…
Umursamaz ve güvensiz bir tavırla, “Az kaldı!” diyor. Sesinin tonu endişe verici. Onun rahatsız kıpırdanışlarını izlerken, “Fırtına mı geliyor?” diyorum.
Cevap vermekte kararsız kaldığından omzunu silkiyor, bir şey söylemeden beyaza kesmiş yüzünü kapıya yönelterek telaşla kaptan köşküne giriyor. Bir sallantı daha, paniklemiyorum, yolculuğumuzu geçirdiğimiz bölmeye koşmuyorum, sanki alışıyorum olanlara. Tuvalete giriyorum. Önce kusuyorum, sonra da mesanemde ne varsa boşaltıyorum. Ardından kokudan kurtulmak için hızla çıkıp kapıyı kapatıyorum. Döndüğümde sert zeminde uyuyan Yusuf’un yanındaki yiyecek poşetinin kıpırdadığını görüyorum. Yerdeki tahtanın çatlağından poşeti delen, kalan yiyeceklerimizi yemeye çalışan farenin çıkardığı sesleri kimse fark etmemiş. Poşeti bulunduğu yerden alırken fare çoktan tahtanın altına giriyor. Poşetten açılan delikten geriye kalan yiyeceklerin bir kısmı dökülüyor. Farenin ısırdığı yerleri dikkatlice temizliyorum, kalanları Yusuf’a yedirmek için peçeteye sarıyorum. Yan taraftaki iki büklüm oturan yaşlı kadın, olanları görmüş olacak ki yaşlılığın göze indirdiği saydam perdenin oluşturduğu kaderci ve kasvetli bakışlarla bana baktı.
“Allah sonumuzu hayreylesin kızım!”
Kızım ha, diye tekrarlıyorum içimden. Ben kimsenin kızı ya da eşi değilim artık. Ama bir anneyim, asla anne ve kadın olmaktan vazgeçmeyeceğim. Şu dalgaları şahlandıran rüzgâr sesimi uçurur mu anneme? Emin olmayarak yine de sesleniyorum: “Anne sen hep doğruyu, iyi olmayı öğrettin de dışarıdaki hayat canıma okuyor şimdi.”
Denizin ortasında, etrafımdaki yabancılardan başka kimsenin şimdi, nasıl ve nerede yaşadığımdan haberi yok. Ağır koşulları hafifletecek tek umut cümlem, birkaç güne kadar hepsinin, her şeyin son bulacağıyla ilgili. Sakin kalmalıyım, Yusuf gözümdeki tedirginliği görmemeli, güçsüz bir anneyi çocuklar gözlerinden anlar. Kaçırıyorum gözlerimi onun üzgün, kırılgan bakışlarından. Kaçırıyorum ve kaçıyorum. Neyin savaşı olduğunu bilmediğim savaştan kaçıyorum. Tüm bunların benim kendi hâlimdeki hayatımla ne ilgisi var, onu da bilmiyorum. Beni yüreklendirecek tek bir yakınımın şu an yanımda olmaması, bir kez daha hatırlatıyor bana yalnızlığımı. Dünya kurulduğundan beri ve yok olana kadar yalnız yaşayacak ruhumu, bir kez daha kabullenebilmek için anımsıyorum. Yüreğimde kahır yok, gizlice içime atacağım isyanım da. Tek derdim, Yusuf’umu ve doğacak çocuğumu hayatta tutmak, güzel bir kentin bahçelerinde, sokaklarında büyütmek.
Fırtınanın içindeki gök gürültüsü şimşekler eşliğinde gümbürdüyor. Önce yukarı havalanıp sonra da aşağıya iniyoruz. Ardından büyük bir sarsıntıyla bütün yolcular birbirinin üstüne devriliyor. Yusuf’un eli elimde, bırakmam yavrumu. Sıkı tutarsam kaybetmem onu. Ayağa kalmaya çalışırken ikinci ve son büyük sarsıntıyla sarsılıyor tekne. Herkes yukarı çıkmak için ayaklanıp koşturmaya başlıyor. Güvertede bağrışmalar, imdat çığlıkları birbirine karışıyor. Herkes, yan batan teknenin diğer tarafındaki tutamaklara tutunmaya çalışıyor. Kayıyorum, Yusuf’un çığlıkları kulağımda, kayıyoruz. Şimşeklerin çakması gibi, çok kısa bir süre içinde, karanlık suda buluyorum kendimi. Elim boş. Yusuf’u arıyorum el yordamıyla. Yok! Yukarıya yüzüyorum yüzeye çıkar çıkmaz, etrafa bakıyorum. Bağrışmalardan başka bir şey duymuyorum ve görünürde sadece karanlık var. Bulduğum ilk tahta parçasına tutunuyorum.
“Yusuf!” diye sesleniyorum.
Dalgalar yutmuş onu, hırsların ruhları yuttuğu gibi, kentlerin savaşlarla istila edilip yıkıma maruz kaldığı gibi.
O öldü, biliyorum. Sonra karaya vuracak minik bedeni. Sahilde yatacak yüzüstü, insanlar bakacak yavrumun cansız bedenine “ah vah” diyecekler. Sonra da unutup günlük yaşamlarına dönecek herkes. Ama ben, hiçbir zaman unutmayacağım Yusuf’umu. Şu an yanımda, bana eşlik eden, beni birazdan alacak olan ölüm bile unutturamaz yavrumu.
“Ey ölüm!.. Sen de al bedenimi!.. Beni, bana bırakmayana kadar alın her şeyimi.”
İnsanlar yana yatmış, ışıkları yanıp sönen, bana doğru batmakta olan tekneden üzerime düşüyor. Ölümün durgunluğuna hazırım artık. Yok olmaya bu kadar yakınken gün aydınlanmaya başlıyor. Ve bana doğru yanaşan tekneyi görüyorum.