Kuşatılmışlığın Gölgesinde Bir Yılbaşı

Teknolojinin durdurulamaz ilerleyişi ve sürekli yükselişi, şirketlerin daha fazla kazanç elde etme ve yapılarını muhafaza ederken genişlemeye yönelik çabaları; kaynak kıtlığı ihtimalini tahmin eden ülkelerin, diğer ülkeler üzerinde işgal stratejilerini adım adım hayata geçirme çabaları hız kesmeden devam ediyor. Bu karmaşa içinde ve bu karmaşadan beslenenlerle birlikte seneleri devirmeye devam ediyoruz.

Hızla ilerleyen toplumsal lokomotifler içinde diğerlerinin bizi geçme endişesiyle yolculuk boyunca karşılaştığımız kayıplara aldırmadan sürekli hızlı bir şekilde ilerlemeye mecbur bırakılıyoruz. Durmak, bir nebze olsun etrafımıza ve olabileceklere bakmak gerekmiyor mu? Ya her şey bize yanlış öğretilmişse? Ya elimizdeki pusulanın bizi yanlış yönlendirdiğini sonradan fark edersek? Ya yol bittiğinde karşımıza çıkan son, beklenmedik bir uçurumsa?..

“Bu olanları nasıl durdurabiliriz?” sorusunun cevabı belli: Yapılacak ilk iş çok basit, gerçek ihtiyaçlar dışında tüm alışverişi durdurmak. Eşyaya hizmet etmeyi bırakmak.

“Dünyanın en zengin insanı benim, çünkü hiçbir şeye ihtiyacım yok. Senin bana verebilecek herhangi bir şeyin olmadığı için sana bağımlı değilim,” demek çok zor, çünkü bu anlayışa ulaşmak kolay değil. Ve özgürlük bize yanlış öğretilmiştir. Özgürlük istenilen her şeyi satın almak değildir, özgürlük ihtiyaç duymamaktır.

TÜKETİM DÖNGÜSÜNDEN KURTULMAK

Çalıştığınız şirketin sizin her ihtiyacınızı karşılayacak ürünleri sunduğunu hayal edin. Ayın sonunda elinize geçen maaş, satın aldığınız ürünlerden dolayı çalıştığınız firmaya geri dönecektir. Bu döngüden çıkmanın yolu ihtiyaçları azaltmaktır; ancak ürünlerini satın aldığınız şirket, sizin ihtiyaçlarınızın azalmasını istemez. Reklamlar yoluyla sürekli yeni ürünlerini pazarlar ve sizin üzerinizde yapay bir sahiplenme hissi yaratmaya çalışır. Örneğin, hâlen işlevsel bir cep telefonunuz varken daha üstün özelliklere sahip yeni bir model çıkar ve siz, bu ürünü alabilmek için daha çok çalışırsınız, belki de borçlanırsınız. O an ihtiyacınız olmayan bir ürüne harcama yapmış olursunuz. Bu durum, elinde plastik bir araba ile oynayan bir çocuğa, uzaktan kumanda ile hareket eden bir oyuncak araba göstermek gibidir. Çocuk artık plastik arabayı beğenmez ve size kumandalı araba aldırmak için elinden geleni yapar.

Pazarlama stratejileri üzerine yazılan kitapları incelediğinizde, neden önünüze çıkan tekliflere “hayır” diyemediğinizi anlamanız kolaylaşır. Daha önce çalıştığım finans şirketinde, ürün satışı yapacak personeller, müşterileri ikna etmek için zaman zaman eğitimler alırdı. Giyimlerinden karşılamaya, sunumlardan söyleyecekleri sözlere kadar eğitilirlerdi. Satın alma dürtünüzü kışkırtmak için profesyonellerden alınmış eğitimlerden bahsediyorum. Sizi ürünle buluşturan çalışanlar, lokomotifteki küçük dişlilerdir ve büyük amaç için savunmanızı, o sağlam sandığınız iradenizi yumuşak hareketlerle kırmak üzere eğitilirler. Yani diğer büyük dişlileri çalıştırmak için hareket eden küçük dişlilerdir. Küçük dişliler ve büyük dişlilerdeki hareket alışverişi, lokomotifi çalıştıran ve gerekirse ona hız kazandıran ana unsurlardır. Ve bu dişliler, siz satın alma eylemini gerçekleştirdiğiniz anda çalışmaya başlar.

Robert B. Cialdini’nin “İknanın Psikolojisi” adlı kitabında bahsedilen örneklerden biri özellikle dikkatimi çekmişti. Bu gerçekte yaşanmış örnekte şirketlerin akıllara durgunluk veren satış stratejisi şu şekilde anlatılıyor:

“Sadece büyük oyuncak firmalarının ocak ve şubat aylarındaki satışlarını nasıl artırdıklarını biliyorum. Noel’den önce televizyonda belli bir oyuncağın reklamını yapıyorlar. Çocuklar onu görüp istiyorlar ve ailelerinden Noel’de o hediyeyi almaları için söz alıyorlar. İşte burada oyuncak firmalarının dahiyane planı devreye giriyor: Mağazalar ailelerin almak için söz verdikleri oyuncaklardan az sayıda tedarik ediyorlar. O oyuncakların bittiğini öğrenen aileler, aynı değerde başka oyuncaklar alarak durumu telafi ediyorlar. Oyuncak üreticileri tabii ki mağazalara o oyuncaklardan fazla fazla temin ediyor. Daha sonra, Noel’den sonra, firmalar o özel oyuncaklar için reklam vermeye başlıyor. Bu da çocukların o oyuncakları her şeyden daha çok istemelerini sağlıyor. Ailelerine gidip ‘söz vermiştin, söz vermiştin’ diye ısrar ediyorlar ve aileler de mağazaya gidip sözlerini tutuyorlar.”

Kısacası bu yılbaşı kimseye hediye sözü vermeyin ve hediye beklemeyin. Beklentisiz olmak o kadar güzel bir özgürlük ki…

Duygusal yaşamımız da hem bağımlılıklara hem de manipülasyona açık haldedir. Duygularımızı dışsal faktörlerle tatmin etme çabası ne kadar yoğun olursa bize zarar verebilecek o döngünün içine o kadar sürüklenebiliriz. Başkalarının üzerimizde yarattığı işe yaramaz ihtiyaçların esaretinden kurtulduğumuz an özgürleşiriz ve böylece gerçek ihtiyaçlarınıza göre bir yaşam sürdürmeye başlarız.

Toplumsal lokomotifin hızının durmadan arttığı bir dünyada, hızı kontrol altında tutup gerektiğinde durarak birbirimize, çevremize ve en önemlisi geleceğimiz olan çocuklarımıza dikkatle bakmalıyız. Gerçek bir anlayış ve sürdürülebilir bir gelecek, ancak hepimizin durakladığı, konuştuğu, birbirini dinlediği ve derinden anlamaya çalıştığı anlarda mümkün olacaktır.

İnsan zihni ve bedeni mükemmel bir yapıya sahiptir. Genellikle biz kendimizi endişeye kapılarak sınırlarız. Zihin, bir görevi yerine getirebileceğimize inandığında, hatta bu görevi gerçekleştirirken kendini hayal ettiğinde, gerçekte o işi yapıyor olduğunu hissedebilir. İnançlar aracılığıyla zihin yanıltılabilir. Yani ihtiyaçlarımızın çoğunu yeteneklerimizi geliştirerek kendimiz karşılayabiliriz.

HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK MI?

Her şey çok güzel olacak, demek istedim, ama bu cümlenin vadesi doldu. Üzgünüm, umutlu çocuk, umarım senin için o günden bugüne geçen zaman aralığında güzel şeyler olmuştur. Bu dünya düzeninde güzel olan bir şeyler bulmak çok mu zor? Kötü olan şeyler haber konusu olduğu için güzel ve iyi olanlar arada mı kaynıyor?

Güvenlik, adalet, eğitim, sağlık, barınma, gıda, sosyalleşme ve saygı gibi temel gereksinimler söz konusu olduğunda, burada işler sarpa sarmış durumda. Toplu olarak çıldırmanın eşiğindeyiz. Sanki, git gide büyüyen ve o bardağı taşıracak son bir damlanın düşmesini bekler gibiyiz.

Eğitim kalitesi, sağlık hizmetlerine erişim, ekonomik istikrar ve fırsat eşitliği, adil ve işlevsel hukuk sistemi, demokratik yönetim, sosyal güvenlik sistemi, çevresel sürdürülebilirlik, kültürel zenginlik ve çeşitlilik, toplumsal dayanışma ve katılımcılık, teknoloji ve yenilik gibi alanlarda herhangi bir varlık gösteremeyen bir toplum haline gelmişsek; ahlakın, eşitliliğin, dayanışmanın ve saygının varlığını koruyamıyorsak, toplumsal olarak üstümüzde geriye ne kalır ki?

Belki de bireysel olarak örtünmeye çalışırken toplumsal olarak tamamen çıplak kalmışızdır da haberimiz yoktur. Bir çocuk çıkıp “Çıplaksınız!” diye bağırınca belki uyanırız.

TOPLUMLARIN YAŞAM DÖNGÜSÜNDEKİ ÖDEYECEKLERİ BEDEL

“Reenkarnasyon - Zorunluluk Döngüsü” adlı kitabında Manly Palmer Hall şöyle der:

“Bir halkın hareket tarzları ve eğilimleri o hakkın nihai olarak varacağı sonunu belirler. Eğer bir ulus fethetmeyi arzuluyorsa, nihayetinde fethedilecektir. Eğer makul sınırların ötesinde bir zenginlik arzu oluyorsa nihayetinde yoksullaşacaktır. Tarihsel olarak kanıtlanmıştır ki kılıçla yaşayanlar kılıçla ölürler. Adaletsizlik üzerine inşa edilmiş tüm imparatorluklar nihai olarak içeriden çökerler. Sadece doğruluğun baki kalabilmesi bir doğa kanunudur.”

Dünya üzerinde yapılan haksızlıklarla ilgili kitapta toplumların ve kurumların da kişiler gibi reenkarnasyon döngüsünde yerinin olduğunu bildiriyor:

“Bunlar binlerce yıl önce yaşanmış olsa da karma yasası köleleştirenlerin köleleştirilmesi hükmünü vermiştir. Toplulukların kendi doğalarına göre gelişmesi gibi, organizasyonların ve kurumların da kendi karması vardır. Yozlaşmış girişimler nihai olarak başarısızlığa uğrar. Doğruluk ve zekâ üzerine kurulmamış olan iş nihayetinde kötü bir sona varır. Birçok şirket sahip oldukları her şeyi kaybetmiştir zira layık olduklarından fazlasını kazanmaya çalışmışlardır. Bir endüstrinin arkasındaki gelenek, prensipler ve standartlar onun varacağı nihai menzili matematiksel bir kesinlikle belirler.”

Burada bahsedilen süreler kısa olmayabilir, yüzyılı hatta binlerce yılı kapsıyor olabilir.

TEMAS ETMEDEN GİTMEK

En iyisi kimseye zihinsel manada temas etmemek; ne de olsa bulaşıcı hastalık hızını kesmeden ilerlemeye devam ediyor. Ola ki birlik olup birilerine yardım etmek isteseniz bile, kırk kere düşünüp hesap yapmanız gerekiyor. Eğer yardım ederken çok göze batarsanız, başınızı belaya sokma riskiniz var.

İşte bu düşünceler içinde olduğunuzda, kuşatılmışlık hissiyle sarılıyorsunuz. O zaman, geriye sırf öfkeyle, anlayışsızlıkla, adaletsizlikle, kabalıkla, cehaletle karşılaşmamak için kimseye temas etmeden geçip gitmek kalıyor. Aynı duygu içerisinde devamlı kalmaksa mümkün değil. Bu his içsel veya dışsal bir çatışmanın başlangıcı da olabilir.

Âşık Veysel’in söylediği gibi: “Kim okurdu kim yazardı / Bu düğümü kim çözerdi”

Ne kadar okursak okuyalım ne kadar insanları uyarmaya çalışmak için yazarsak yazalım bu düğüm çözülecek gibi değil. Ve Bay Miagi’nin söylediği gibi: Her şey karışık olduğunda hayatın temeline dönmelisin.

Lokomotif ilerlerken…

Ve o güzel insanlar, geçmiş zamanın birinde, atlarına binip, ters yönde ilerleyerek çoktan gözden kayboldular.

En iyisi söylenecekleri söyleyip, yapılacakları yapıp kimseye temas etmeden o lokomotiften inmek. Kim bilir belki atlılara karışırız.

Merhaba 2024