Geleceğine Sahip Çık Türkiye! Yoksa Karanlık Yutacak Seni
Çocuğuna, öğretmenine, doktoruna, mühendisine, çiftçine, yazarına, sanatçına, bilim insanına, aydınına ve aydınlığına sahip çık Türkiye!.. Geleceğine sahip çık! Yoksa karanlık yutacak seni.
Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin, “2019 yılında Türkiye'nin tamamında ikili eğitime son vermiş olacağız. Tam gün eğitime geçeceğiz. Okullarımız, normal eğitim öğretim bittikten sonra derslik ihtiyacı olan, kurs açmak isteyen halk eğitim merkezlerimizin ortak kullanımına sunulacak,” demiş.(*)
Türkiye’deki anaokullarında, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında hâlâ ikili eğitim sistemi uygulanıyor. İlkokul birinci ve ikinci sınıfa giden öğrenciler küçük oldukları için öğlen; üçüncü ve dördüncü sınıfa giden öğrenciler ise sabah eğitim alıyor. Her sabah zifiri karanlıkta dokuz, on yaşındaki çocuklar okul yoluna düşüyor. Bunun sebebi okul yapacak yerimizin olmaması, öğretmen olabilmek için sıra bekleyen öğretmen adaylarımızın bulunmaması olabilir mi? Ve okullarımızın içinde bulunması gereken, çocuklara kişisel yeteneğini fark ettirecek, sezgi gücünü arttıracak, bilişsel davranışları geliştirecek, üretme becerisini kazandıracak sosyal gelişim açısından gerekli olan imkanlara; spor salonuna, müzik, resim ve teknoloji atölyelerine neden sahip olamıyoruz?
Sabahın kör karanlığında yedi yaş civarında görünen, sırtındaki çantası boyunun yarısına kadar gelen, sıska küçük bir kız çocuğunu evinden yalnız başına çıkarken gördüm. Sabah ve öğlen devamlı karşılaşır olduk onunla. Sonra fark ettim ki sabah o, evden çıkıp tek başına okul yoluna revan olurken, camdan arkasından bakan bir annesi yoktu. Annesi hasta olabilirdi veya kızın küçük bir kardeşi vardı da anne evden ayrılamıyordu, bilemiyorum. Bu küçük kız, okula ulaşmak için araçların yokuş aşağı hızla geldiği, trafik lambasının olmadığı işlek bir caddeden karşıdan karşıya geçerek on beş dakikalık yolu tek başına gidiyordu. Zifiri karanlıkta!.. Okul çıkışında onu bekleyen herhangi biri de yoktu, eve tek başına dönüyordu. Sabah, o karanlıkta, -maazallah- İstanbul gibi kalabalık bir şehirde başına bir bela gelse, kaybolup gitse kimsenin ruhu bile duymaz. Küçük bir kız çocuğunu savunmasızca karanlıkta okula gönderiyorsak; diğerlerinden daha fazla kültürel değerlerimize sahip çıktığımızı, daha inançlı, daha ahlaklı, daha duyarlı, daha akıllı, daha namuslu veya daha insancıl olduğumuzu sanmayalım. Çünkü böyle bir ihmalin adı kader olamaz. Bilinçli veya bilinçsizce olacaklara vasıta olmak, değiştirme olanağın varken bunu tercih etmemek, suskunlukla izleyici olmak ya da elinden bir şey gelemeyip bu tür dertlere alışamamak… Hangisini seçersek seçelim, bumerang etkisiyle yaptığımız seçimlere göre çember bir gün tamamlanır. Sonra o çocuklar bir fotoğraf karesinin içinden her şeyi anlamışçasına masum gözleriyle bakar gözlerimizin içine, inceler bizi. Ne uzun ve ne sessiz bir feryattır o bakış!
ÖĞRETMENLER KALABALIĞI ZAPT ETMEYE ÇALIŞIYOR
Öğrenciler ve öğretmenler kırk kişilik sınıflarda gürültü ve karmaşa içinde ders işliyor. Evde iki üç çocuğunu zapt edemeyen veliler, öğretmenlerden kırk çocuğu sağlıklı ve bilgiyle donanmış bir şekilde geri teslim etmelerini bekliyor. Öğretmen sınıfta her bir çocuğa bir dakika ayırsa ders bitiyor. Veliler; çocukları okulda kazara yaralansa okulu basılıp çalışanları darp ediyor, yılbaşında çekiliş yaptıran öğretmene Müslüman değildir iftirası atıyor, renkli şemsiye ile tiyatro oyunu hazırlamak isteyen öğretmeni LGBT yanlısı diye Millî Eğitim Bakanlığı’na şikâyet ediyor. El insaf yahu! Vatanı için yararlı bir şey yapmaya çalışan herkes, sistematik bir şekilde, görünmeyen güçler tarafından cezalandırılıyor. Dış güçlere bir de gizli güçler eklendi. Vay hâlimize. İyi niyet ve dürüstlük cezalandırılır oldu.
Annesiyle birlikte önümden hareketli, sekiz yaşlarındaki erkek çocuğu el ele tutuşup yürüyordu. Annesi, “Gününün nasıl geçti oğlum?” dedi. Çocuk, “Yine öğretmen bir sürü ödev verdi. Polise şikâyet edeceğim onu. İçeri attıracağım. Sonra ben büyüyeceğim ve ben de çok ödev vereceğim. Kısa hayatımın özeti böyle anne,” dedi.
Bu arada öğretmenler fazla ödev vermiyor. Ödev vermek zorunda bırakılıyor. Öğretmenin müfredata uyması ve o konuyu çocuğa -ona verilen zaman içerisinde- öğretmiş olması gerekiyor. Öğretmenler de tamamen sistemsel bir durumun neticesine göre hareket etmeğe zorunlu kılınıyor.
NASIL ÖĞRENİYORUZ? EĞİTEMEYEN VE ÖĞRETEMEYEN BİR SİSTEMDE ISRARCI OLMAK
Günde altı saat eğitim alan, ilkokula giden bir çocuğa evde öğrendiklerini pekiştirmesi için ekstra ödevler veriliyor. Hayal dünyası aktif ve bedensel olarak hareketli, enerjik, gelişime tüm hücreleriyle açık bir genç bireyi, o ödevlere odaklamak öyle kolay bir mesele değil tabii. Meraklıdır, öğrenmeye kapalı değildir ama çocuk oyun ister çünkü oyunla keyif alarak öğrenmek ister. Dolayısıyla o yaştaki bir çocukla ödev yapmaya oturduysanız -deneyimle ve birçok veli ile görüşmelerle sabittir- iki saat ve daha fazla bir süre çocuğun başında bekçi gibi “hadi, hadi” demeniz gerekebilir. Böylece okulda geçirilen altı saatin üstüne iki saat daha eklenmiş olur. Kısa molalarla birlikte, günün sekiz saati bir çocuğu bir noktaya odaklamanız gerektiğini düşünün. Ve çocuğun erken yatması gerektiğini lütfen göz ardı etmeyin. Çocuğa hayal kurması, tasarılarda bulunması, el becerilerini geliştirecek faaliyetler yapması, yeteneklerini geliştireceği bir kursa gidebilmesi için bile yeterli zaman kalmadığını da!..
Eskiden bir sene içinde okuma ve yazma öğretilirdi. Şimdi, senenin ilk döneminde çocuklardan okumayı ve yazmayı öğrenmiş olmaları bekleniyor. Yani eski nesle göre olan öğrenme sisteminin hızlandırılmış hâlini kullanıyoruz. (Finlandiya, Almanya gibi ülkelerde ilk üç yıl çocuk sadece oyun oynayarak sosyalleşir) Ama şimdiki ve önceki çocuklar oyun oynamayı seven, meraklı çocuklar olmaya devam ediyorlar. Hâlâ insan olmaya devam ediyorlar yani. Yarım dönemde okuma yazma öğretmekle, yığınla ödev vermekle; sanatta yeni eserler üretmek, bilim alanında yeni buluşlar yapmak, insani ve ulusal değerler konusunda farkındalık oluşturmak, bildiğinin bilincinde olma hâli adına bir yerlere varabildiğimiz yok. Aynı şeyi defalarca tekrarlayıp farklı sonuçlar elde edemeyeceğimiz ortada. Yeni nesil bizden daha fazla uyarıcı olan bir dünya içerisine doğuyor, belki bizden daha hızlı öğreniyorlar ama onları işe yaramaz bir eğitim sistemiyle işe yaramaz hâle getiriyoruz. Elindeki cevherin kıymetini bilememektir bu. İnsani değerleri öğretmeden, ezberletme yöntemiyle verilen eğitimle yetişmiş bireylerin, ilerleyen zamanda ne ailesine ne ülkesine ne de dünyaya faydalı olacağını ummak beyhude bir bekleyiş olur. Çünkü temel sağlam değildir. İnsani değerleri öğreterek, etrafında olanları duyumsatarak, kişisel yeteneklere göre amaçlar edindirerek, kişisel zevk ve meraka göre eğitim vererek, çalışmanın ve üretmenin öncelikle kendi benliği sonrasında diğer insanlara olan etkisi üzerine bilgilendirerek, ulusal bir bilinç kazandırarak temeli doğru atılmış bir yapıya sahip ve güçlü karakterli çocuklar yetiştirebiliriz. Bilgili, bilinçli, yaratıcı, duyarlı bir yaklaşıma ve anlayışa sahip olan bireylerin yetiştirilmesi, üretme becerisinin en üst seviyede kullanılması anlamına gelir. (İngiltere, Hindistan’ı işgal ettiği yıllarda, Hintli öğrencilere logaritma cetvelini ezberlemeyi zorunlu kılarak onların yaratıcı zekâsını köreltip, isyan etmelerini engelledi.)
Dilbilimci François Gouin, Almanca öğrenmek için kendi üzerinde bir deney yapmıştır. François Gouin, Almanca konuşabilmek için neredeyse tüm sözlüğü ezberlemiş ve tüm gramer kurallarını öğrenmiştir. Ama konuşmaya çalıştığında neredeyse doğru düzgün bir cümle kuramamıştır ve hiç kimse ne konuştuğunu anlamamıştır. Kısaca ezber yöntemiyle öğrenmeye çalıştığı dili konuşamamıştır.
Michio Kaku, “Zihnin Geleceği” ile ilgili çalışmasında şöyle der: “Dr. Alcino Silva bir süredir farelerle deney yapıyor. CREB aktivatör geninde hata olan farelerin, neredeyse uzun dönem bellek oluşturamadığını keşfetti. Bunlar unutkan farelerdi. Yine de bu unutkan fareler bile aralarda dinlendikleri kısa derslerle bir parça öğrenebildiler. Bilim insanlarının kuramı şöyle: Beynimizde belirli bir zamanda öğrenebileceğimiz miktarı kısıtlayan sabit miktarda CREB aktivatörü var. Bir sınava bir gün kala çalışırsak bu, CREB aktivatörlerini hızlıca tükettiğimiz anlamına geliyor, bundan dolayı daha fazla öğrenemiyoruz, en azından CREB aktivatörlerini tazelemek için ara verene kadar.
Dr. Tully, ‘Artık son gün çalışmanın neden işe yaramadığını biyolojik olarak açıklayabiliyoruz’ diyor. Final sınavına hazırlanmanın en iyi yolu, çalışacağınız notları uzun dönem belleğinin bir parçası olana kadar düzenli aralıklarla zihninde gözden geçirmektir. Bu durum neden duygularla bütünleştirilmiş anıların çok canlı olduğunu ve belleğimizde on yıllarca kalabildiğini açıklayabilir. CREB baskılayıcı gen, yararsız bilgileri temizleyen bir süzgeç gibidir. Fakat bir anı güçlü bir duyguyla eşleşmişse ya CREB baskılayıcı geni ortadan kaldırır ya da CREB aktivatör genin düzeyini arttırır. Bilim insanları artık problemi çok hafife aldıklarının farkına vardı; çünkü çoğu insan düşüncesi aslında bilinçaltındadır. Düşüncelerimizin bilinç kısmı, aslında hesaplamalarımızın yalnızca ufak bir kısmını temsil eder.” Yani, son birkaç gün kala ders çalışıp tüm sınavlardan geçip okullardan hiçbir şey öğrenmeden mezun olabiliyoruz.
On iki yıl boyunca ve binlerce (**) saat anlatılan bir bilginin karşısına bir taşı koysanız taş dayanamaz çatlar. Su, taşı zamanla aşındırabilir, ona yeni bir şekil verebilir. Taş bile suya karşı bir tepki verebilir. Su bilgiyse, taşta öğrenciyse eğitim sürecinin sonunda öğrencide bir değişim olması gerekmez mi? Çocuklarımız üniversite sınavında barajı neden geçemiyorlar? Çocuklarımızın zekâsında bir problem mi var? Yoksa onlara dayatılan eğitim teknikleri mi sorunlu? Öğrenme faaliyetini hızlandırılmak yerine, tekrar edilmesi ve alıştırma yapılması gereken konuların okulda halledilmiş olması gerekmez mi? Kırk kişilik sınıflarda bu mümkün müdür, o da ayrı bir tartışma konusu.
SİSTEME SIKIŞMIŞ ÇOCUKLAR, EBEVEYNLER VE ÖĞRETMENLER...
Bizler, düşünce ve duygularıyla hareket eden varlıklarız, bunu unutmamak gerekir. Bir bilgi duyguya veya olaya bağlanmazsa o bilgi çok kolay unutulabilir. En etkili öğrenme yöntemi hayal kurmaktır. Günlük ödevlerle birlikte sekiz saatlik ders programının içinde hayal göremiyorum. El-göz koordinasyonunu geliştirecek bir eğitim göremiyorum. Yeteneklerini keşfedememiş, hayallerinden bir zorlama ile uzak bırakılmış ve hatta hayal kurmaktan bile vazgeçirilmiş, ne üzerine uzman olmak istediğini bile henüz keşfedememiş, amacı ve hedefi olmayan bireyler okullardan mezun ediliyor. Ne de olsa hayalperestlerin biraz kaçık olduğu düşünülür. Bu sonucun sorumlusu kim? Çocuklar mı? Hiç sanmıyorum.
Çalışan bir annenin, evdeki işlerinin yanı sıra çocuğuna iki saat ödev çalıştırdığını düşünecek olursak anne ve çocuğun karşılıklı bir cezalandırılma ile karşı karşıya olduğu sonucuna varabiliriz. Anne ve çocuk kişisel zevkleri ve merakları için hayal kurmasın. Sanki karanlıktaki gaipten gelen bir ses, “Hey sen anne! Boş boş hayal kurma, buluş yapma, eser üretme, durup dururken başımıza icat çıkarma. Senin yıkanacak çamaşırların, yapılacak ütülerin, yemek yapmak için doğranacak sebzelerin, yıkanacak bulaşıkların, süpürülecek bir evin, bakıma muhtaç ebeveynlerin yok mu? Üçü çocuk, beş kişilik kendi kurduğun, ilgilenmen gereken bir ailen var. Hey sen anne! Hayal kurmaya dahi hakkın yok. Hayal kurup da başına ve başımıza iş çıkarma,” diyor. Hâlbuki işimiz hayal kurmak demiştim.
Einstein, “Zekânın gerçek göstergesi bilgi değil, hayal gücüdür,” demiştir. Einstein'a göre hayal gücü, bilinmeyeni keşfetmek ve tüm sınırlardan kurtulmaktır.
Kişisel hiçbir merakıyla ilgili bir faaliyette bulanamayan anneler, babalar ve çocuklar… Bir de toplumun ve insanların neden ruh sağlığı bozuluyor diye düşünüyoruz. Sağlıklı toplum, sağlıklı anne ve çocuk ilişkisinden geçer. Hayal kuramayan hayal kırıklığına uğramış çocuklar, hiçbir sorumluluğuna tam manasıyla yetişemeyen dar zamanlara sıkışmış anneler, ailesinin zorunlu harcamalarını karşılamaya çalışan babalar… Sonra oturup toplum neden böyle hareket ediyor diye etrafımızdaki olanlara şaşkınlık içerisinde bakıyoruz. Çocukların erken yatmalarının önemi, ailece kaliteli zaman geçirmenin önemi, üniversite sınavında başarılı olmanın anahtarları gibi konularda uzmanlarla birlikte saatlerce televizyon programları yapıyoruz. Sorunun kaynağına inemedikten sonra yapılan her şey boşa kürek çekmekten farksızdır. Sonuç, sisteme sıkışmış çocuklar, ebeveynler ve öğretmenler…
Sonra ailesini zorlu yaşam şartları içerisinde izleyen çocuklar büyüyorlar. Böyle yaşamak zormuş deyip o sisteme dahil olamamak için en kolay bu durumdan nasıl sıyrılırım diye başkalarının ekonomik imkânları üzerinden fikirler üretiyorlar. Dizilerdeki zenginlerin hayatlarına özenip kolay bir yaşama sahip olabilmek için yanlış yollarda kendilerini kaybediyorlar. Ne potansiyelini, ne zekâsını ne de yeteneklerini keşfedemeden, başkasına muhtaç yaşamaya başladıkça kendilerinden uzaklaşıyorlar. Başlarına baş edemeyecekleri belalar açıyorlar.
O MASAL BURANIN ŞARTLARINA UYGUN DEĞİL
Gençlerimize “Ağustos Böceği ile Karınca” masalını örnek gösterdiğimizde, çalışarak zengin olunsaydı emeklilerimiz sürünmezdi cevabını alıyoruz. Yetenekleri ve ilgileri olmadığı halde şarkı söyleyerek de geçinebileceklerini düşünüyorlar. Çünkü içerisinde yaşadıkları dünyanın parlak yüzü ile gözleri kamaşmış durumda. Gençlere ve çocuklara çalışmanın, üretmenin ilk önce kendi kişisel bağımsızlığı için bir gereklilik olduğu ve bunu da yetenekleri, amaçları ve potansiyeli doğrultusunda yapması gerektiği fikrini aşılayamadıktan sonra masalların, yaşanmış hikâyelerin hepsi havada anlamsızca asılı kalacaktır.
İlkokula karanlıkta tek başına giden küçük kız, okulu tek başına korka korka gidilecek olan yer olarak belirlemiştir, korku duygusunu okula gitme durumu ile bağlamıştır. Alt kattaki komşumun anaokuluna giden çocuğu sabahları ağlayarak uyanmaktadır. Çocuğun annesiyle sabah karşılaştığımızda o, okula gitmek istemiyor diye bana yakınıyor. Bu çocuk okulu, ağlatılarak yatağımdan kaldırıldığım, zorla götürüldüğüm yer olarak algılamaktadır. Sonra bu çocuklar lise dönemine geldiğinde öğretmenin karşına oturacaklar ama onu dinlemeyecekler. Çünkü okul korku ve zorlamanın olduğu yer olarak kodlanmıştır akıllarında.
DİĞER EĞİTİM KURUMLARINDA DURUM NEDİR?
Lisede öğrenci olan bir genç, okulda olması gereken zamanda dışarı çıkmış ve bir olaya karışmış. Okul saatinde neden dışarıda olduğu sorulduğunda, öğretmenlerden birinin adını vererek onun dışarıya çıktığımdan haberi var demiş. Olmayan bir şeyi o zamanki zor durumdan kurtulmak için varmış gibi anlatmış. Öğretmen anlatılanlardan kendisinin haberi olmadığını kanıtlamak için şahit bulmak zorunda kalmış.
Öğretmenin cebindeki güneş gözlüğünü gören diğer bir lise öğrencisi, iki-üç ders saati boyunca o gözlüğü takın sizi öyle görmek istiyorum diye öğretmeni zorlamayı kendinde hak görebiliyormuş.
NEREDE, NEYİ, NASIL ÖĞRENDİN? İDRAK VE İZAN ÜZERİNE...
Bir üniversitenin bölüm başkanıyla bir konu üzerinde konuşuyorduk. Yanında genç bir öğrencisi vardı. Sohbet esnasında genç öğrencisine dönüp, “Ben sizi bu eğitime göndermiştim," dedi. Genç: “Evet, siz bizi bir eğitime göndermiştiniz, o ne eğitimiydi hocam,” dedi. Bizim için sözün bittiği yerdi orası. Hoca ile birbirimize bakakaldık. Yanımızdaki üniversite öğrencisi, önerilen eğitime gitmiş, kursu bitirmişti. Ama nereye, neden gittiğini bilmediği gibi orada ne anlatıldığını da bilmiyordu.
Bu durum şöyle bir şey gibi: Tanrı muazzam bir dünyayı ve sonra da tüm donanımlarla en üstün varlığı insanı yaratmış, nefesinden ruh üflemiş sonra da her şey tamam deyip kulunu o dünyaya yollamış. Kul, o dünyada yaşamış, zamanı gelince bedeni herhangi bir sebepten dolayı yok olmuş, ruh başladığı yere geri dönmüş. Tanrı, “Kulum, ne öğrendin?” diye sormuş. Kul, “Haa, o ne eğitimiydi yaa,” demiş. O zaman Tanrı, kulunu tekrar dünyaya geri göndermiş. Tanrı’nın ne anlatmak istediğini öğrenene kadar, kul için binlerce yıl bu durum böyle devam etmiş, durmuş.
Sözlüğü ezberleyebiliriz ama o dili konuşamayız. Binlerce saat eğitim aldırabiliriz ama üniversite sınavında barajı geçemeyiz. Dayatılan sistem ve gerçekler… Kısacası ezber işe yaramıyor!.. Ha bu arada baraj kaldırılmıştı değil mi? Tüm sorunlarımız hallolduğuna göre bu yazıyı dikkate almayın lütfen.
Ekonomik gidişata bakılacak olursa, öyle bir zaman gelecek ki sadece ekmek ve makarna ile beslenecek çocuklar. O yola doğru hızla sürükleniyoruz. Ekmek ve makarna ile beslenmiş bir zihinden yaratıcılık beklemek pek mümkün görünmüyor zaten. Bu örnekler etrafımda benim tanık olduğum olaylar. Etrafımı izliyorum, görüyorum, duyuyorum, okuyorum. Algıladıklarım üzerine böyle olması normal mi diye düşünüyorum. Bunları yapabiliyorsanız ya oturduğunuz yerde kahrolursunuz ya da sorguladığınız konuları ifade etmeye çalıştığınızda yakın bir zaman içerisinde sistem sizi zaten cezalandırır. Bu ve buna benzer trajikomik olaylar eminim ki diğer okullarda da yaşanıyordur.
Kendi çabasıyla bu sistemin içinden çıkabilmiş yetenekli, çalışkan, dürüst insanlar da sistemle baş edemeyeceklerini düşünerek yurt dışına gidip, o ülkenin halkı için çalışıyor. Geriye kalanlar da birbirini ağırlıyor. Yol var geçiş ücretini denkleştirip gidemiyoruz, hastane var doktor bulup randevu alamıyoruz, okul var sakinlikle ilim ve bilim öğrenemiyoruz, mahkeme var dayak yediğimizle ve haksızlığa uğradığımızla kalıyoruz, her türlü yiyeceğin bol bol yetiştiği bir ülkede yaşıyoruz, gıda satın alamıyoruz, aile kuruyoruz ve üç çocuk yapıyoruz oturacak ev bulamıyoruz. Saydıklarım; beslenmeyi, barınmayı, korunmayı, sağlığı, eğitimi içeren temel ihtiyaçlardır. Verdiğimiz vergi karşılığında bize verilmesi gereken hizmetlerdir. Kişisel zevkler için yapılacak harcama ve eğitim ihtiyacından (sanatsal faaliyetlerden) bahsetmedim bile.
Sorun olan her yapıda yapılacak ilk iş parayı takip etmektir. Para akışının yolunda ustaca iz sürerseniz, paranın asıl olması gereken yere ulaşmadığını kolayca tespit edilebilirsiniz. Para yolda dağılıp, parçalanıyor ve varması gereken noktaya eksilmiş olarak ulaşıyor veya hiç ulaşamıyor. İz sürerken, mutlaka işe yarayacak başka verilerle de karşılaşırsınız.
Çocuklar, öğretmenler, doktorlar, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, bilim insanları… Nitelikli işgücünü, deneyimi, zekâyı ve dürüstlüğü içinde barındıran tüm yapıları toplum içerisinden çıkarırsanız geride kalanlar bir kaos ortamında yaşar. Yıldızlar parlamayı bıraktığında, karanlığın diğer tüm varlıkların görüntüsünü yuttuğu gibi, (karanlık üzerimizde bir giysi gibi, bizi yutabilir) deniz feneri aydınlatmayı bıraktığı anda gemideki mürettebat ve yolcuların hayatının tehlikede olması gibi bir kaos ortamından bahsediyorum. Adeta bindiğimiz dalı kesiyoruz.
Aydın; okuyarak, sabahlara kadar çalışarak, tüm çalışmalarının sonunda eline maddi anlamda bir kazanç geçmeyeceğini bilerek, öyle övgülerinde kendine çok etki etmeyeceğini hissederek ilmek ilmek donatır kendini. Sırf içindeki o sese kulak verdiği, hakikati keşfetme arzusunu takip ettiği, haksızlık ve yağmaya tahammül edemediği, özü doğrudan yana olduğu içindir başına açtığı belalar. Arı kovanına çomak soktuğunu ve kovalanacağını bilir. Duruşundaki ağırlığı da gamı da bu yolda öğrendiklerindendir. Hapse girmeyi, sürülmeyi, yoksulluk içinde yaşamayı, sevdiklerinden uzak kalmayı göze alarak yakmıştır kendini. Aydın, kendini yaka yaka aydınlatır etrafındakileri. Kısaca, aydınlık insanlık için gereklidir. Tarih boyunca aydınına, aydınlığına sahip çıkamamış toplumlar, karanlıktan önlerini göremediği için uçurumdan aşağı düşmekten, kayalıkları fark edemedikleri için de bulunduğu gemi ile birlikte batmaktan veya parçalanmaktan kurtulamamışlardır.
Deveye "Boynun eğri" demişler, "Nerem doğru ki?" demiş.
(*) https://meb.hanci.org/node/294
(**) Yaz tatili, ara tatil ve hafta sonu tatil olan günler aradan çıkarılırsa bir yılda eğitim verilen süre 6 (yaklaşık 180 gün) aydır. İlköğretim ve ortaöğretim kurumlarında günde 6 saat ders veriliyor. Lisede ise bu ders süresi 8 saattir. (İşlemler 6 saat üzerinden yapıldı)
180x6=1.080 saat bir yılda toplam verilen eğitim süresidir.
Okulların açık olduğu süre 9 (yaklaşık 270 gün) aydır. Yedi günde 2 saatlik evde ders çalışma süresini ekleyelim.
270x2=540 saat bir yıllık evde ders çalışma süresidir.
1.080+540= 1.620 saat bir öğrencinin bir yılda konuları öğrenme süresidir.
4+4+4=12 yıl verilen eğitimin süresidir.
1.620x12=19.440 saat toplam 12 yılda verilen eğitim süresidir.
19.440 saat eğitim aldıktan sonra üniversiteye giriş sınavında: 2021 tarihinde (2022’de baraj kaldırıldı) YKS’nin rakamlarına göre: “Adayların yüzde 32'si barajı geçemedi. Sayısal puan türünde öğrencilerin yüzde 38’i, Sözel puan türünde yüzde 40’ı, Eşit Ağırlık puan türünde ise yüzde 52’si barajı geçemedi. TYT’de 23 bin 695 bin aday sıfır çekti.”
Yani su kadar bile taşa etkimiz olamadı.